Nachrichten, die wichtig sind

İNTİHARIN PSİKOLOJİK NEDENLERİ

İntihar, özellikle yüzyılımızda, psikiyatristlerin ve psikologların ilgilendikleri en önemli konulardan biri durumuna gelmiştir. Bu alanlarda konu ile ilgilenenler intiharı kişinin bir sorunu olarak ele almışlar ve toplumsal koşullara gereken önemi vermemişlerdir.

Psikiyatrist ve psikologlar, sosyolojik açıklamaları eleştirerek, Neden şu kişi değil de, bu kişi intihar ediyor? sorusuna kişilerin psikolojik yapılarına inerek cevap aramışlardır. Bu tür görüşler birçok yönden eksiklik göstermelerine rağmen, yine de intiharın nedenlerini açıklayabilmede önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Psikiyatri ve psikolojinin nerede ayrıldıkları, bu iki bilimin farklılığı tam olarak belirlenememektedir. Birbiri içine geçen bu tür görüşleri ayırabilmek güç olduğu için iki bilim dalının görüşleri de tek bir başlık altında toplanmıştır. Önce kısaca psikiyatrinin bakış açısına değinilecek ve daha sonra ise psikoloji alanında geçerlilikleri hala tartışma konusu olan bazı teoriler üzerinde durulacaktır.

Psikiyatrinin intihar olgusu karşısındaki tutumu oldukça ilginçtir. Bu tutum, çok uzun bir süre boyunca intihar problemini herhangi bir akıl hastalığı teşhisi koyarak halletme gibi kestirme olmuştur.

Ruhsal bozukluğu olan hastalarda kendi canlarına kıyma olaylarına oldukça sık rastlanır. Bu verilerden hareket eden psikiyatristler her intihar olayına bir akıl hastalığı damgası vurmak ve sorunu akıl hastahanelerinin içerisinde halletme eğiliminde olmuşlardır. Oysa, istatistikler delilikle intihar arasında zorunlu bir bağ olmadığını, ikisinin de frekanslarının hiç uyuşmayan değişiklikler gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Bazı akıl hastalarının bilinçsizce canlarına kıymalarını intihar olarak ele alamayacağımız gerçeği bir yana; günlük hayatta normal olarak kabul edilen kişilerin intihar oranları yanında, akıl hastalarının sözde intihar oranı önemsenmeyecek kadar küçük bir yüzde teşkil etmektedir.

Günümüzde bile psikiyari bu eğilimini korumaktadır. İntihar eden bir kişi amok sendromu, histerik kişilik, affektif psikoz, psikotik depresif ve manik depresif psikoz, yaşdönümü depresyonu vb. gibi hastalıklardan birine sokulmaktadır. Bunların gerçeklik payları olduğu inkar edilemez; ancak bu kişilik yapılarının oluşmasında kişinin ailesinin, çevresinin ve toplumun önemli payı vardır ve bunları dikkate almadan intiharın nedenlerini açıklamak imkansız olmaktadır.

Bourdin ve Esquirol gibi Fransız psikiyatristleri intiharı patolojik bir olay sayarlar. Esquirol’a göre, intihar eden kişi bu davranışı aşırı bir hezeyan halindeyken yapar. Fakat intiharı delilik olarak ele alan bu görüşün ömrü fazla uzun olmamıştır.

Daha sonraki yıllarda intiharı psikopatolojik yoldan açıklamaya çalışan Delmas, sosyolojik teorileri reddederek, intiharda önemli olan noktanın insandaki ölüm isteği ve iradesi olduğunu söyleyerek intihar determinizminin tamamen kişisel bir determinizm olduğunu söylemiştir. Kişi yaşamak mümkünken ölümü seçer demektedir. Sözde intiharları bir yana bırakan Delmas’a göre gerçek intiharın nedeni üç değişik halde belirir:

1. Çöküntü halleri ya da melankoli nöbetleri,

2. Kronik, devamlı çöküntü halleri ya da yapıdan ileri gelen çöküntü halleri,

3. Yapıdan ileri gelen aşırı heyecanlılıktaki son dönemler.

Delmas’a göre intiharlarda %90 oranında kronik çöküntü halleri yahut yapıdan ileri gelen çöküntü halleri neden olmaktadır. Sıkıntı (anxiete) halinin bir dereceden sonra intihar için yeter sebep olduğunu ileri süren Delmas, dış nedenlere ve sosyal faktörlere aşırı heyecan hallerinde bir şok etkisi yapmasıyla intihara neden olduğu ölçüde önem verir. Başlangıçta intiharı tamamıyla psikolojik açıdan incelemeye çalışan Delmas, sonunda bu işi tümüyle yapıya bağlar; biyolojik bir sorun haline getirir. Delmas’ın teorisi sonradan birçokları tarafından eleştirilmiştir; ancak onun en önemli katkısı gerçek intiharı diğer türlerinden ayırması olmuştur.

Psikoloji alanında intihar konusu ile yakından ilgilenen teoriler, daha çok psikanalätik teorilerdir. Bu teorilerin öncüsü ve en çok tanınanı Freud’un teorisidir. Freud intiharın tam bir açıklamasının hiçbir yolla yapılamayacağını belirtir. Bundan dolayı, Freud ve onu takip edenler, sadece intihara zemin hazırlayan psişik durumları ortaya koymaya çalışmışlardır.

Freud intiharı saldırganlık olarak ele alır. Çöküntü halinin dinamiklerini ortaya çıkarmak amacıyla intiharın açıklamasını denemiştir. Freud’a göre kişilik üç tabakadan oluşur:

İd kişiliğin temel sistemidir; kalıtımsal olarak gelen, içgüdüleri de içeren ve doğuştan varolan psikolojik gizilgüçlerin tümüdür. Enerjisini bedensel süreçlerden alan id, fazla enerji birikimine katlanmaz. Böyle bir durum ortaya çıkarsa organizmada gerilim yaratır. Cinsiyet, kendini koruma, saldırganlık gibi içgüdülerin de bulunduğu id’e, Freud “gerçek ruhsal varlık” demiştir. Ego ve süperego id’den ayrılarak gelişir. Ego, psişenin en önemli kısmıdır, çocuklukta yavaş yavaş idden ayrılarak gelişir ve kişiliği oluşturur. Dış dünya ile ilişki kuran, bilince gelen duyuşları, izlenimleri birbirlerine bağlayan bu kısımdır. Süperego ise, çocuğa anababası tarafından aktarılan, ödül ve ceza uygulamalarıyla pekiştirilen geleneksel değerlerin temsilcisidir. Egodan ayrılan bu kısım, id ve egoyu kendi istediği düzene yöneltme eğilimindedir. Süperego sadece terbiye edenlerin damgasını taşımakla kalmaz, ayrıca sosyal ve kollektif bir özü de vardır.

Normal bir insanda kişiliğin bu üç öğesi birlikte, düzen içinde işler; ego bu düzenlemeyi sağlar. İç çatışmaysa bu üç öğenin arasında bir çatışma olmasıdır. İdin arzularına karşı koyan ego bir yandan da süperegoya uymak ve ona hesap vermek zorundadır. Yani, bir yandan idin isteklerine uyarak baştan çıkarılmak, öte yandan süperegonun ahlâk kurallarıyla tehdit edilmiş olmak her insanda bir iç çatışma yaratabilir. Eğer kişi normalse çatışma bilinçte olur ve ego durumu kontrol edebilir. Eğer çatışma bilinç dışında oluyorsa, durum egonun kontrolünden çıkar ve nevroz başgösterir.

Tehlike karşısındaki iç çatışmada bazen tehlike gerçektir ve kişinin dışındadır. Böyle bir tehlike karşısında insanın içinde bir atılım belirir; kendini savunmayı dener. Tehlike gerçek bir engelden geliyorsa, insa saldırıcı kuvvetlerini bu tehlikeye karşı çevirir ya da ondan kaçma yolunu tutar. Ancak, savunma olanaksızsa ve bertaraf edemeyeceği bir tehlikeyle karşı karşıyaysa, acıdan kurtulmanın başka bir yolu olmadığını görünce bilerek, isteyerek kendini öldürebilir.

Bir tehlike karşısında bütün canlılar gibi, insanın da yapacağı şey kendini korumak ya da tehlikeden kaçmaktır. Bu kaçma iki şekilde olur: biri tehlikeden uzaklaşarak kaçmak, diğeri ise kendini tehlikenin içine atarak. Nevrozlu bir kişi ise tehlikeyi açıkça göremez ve yorumlayamaz. İki zıt kutup arasında bocalar ve zıt isteklerden istemediğine doğru sürüklenir. Böylece ölüm, yani intihar meydana gelir. Ölüm korkusundan azap duyan ve çaresiz hastalıklara yakalananların, bu korkudan kurtulmak için kendilerini öldürdükleri gibi.

Freud, “gerçek ruhsal varlık” dediği id üzerinde görüşlerini yoğunlaştırır. Ona göre her organizmada cinsiyet ve kendini koruma içgüdülerinden oluşan “yaşam içgüdüsü” ve buna karşılık da “ölüm içgüdüsü” vardır. Her organizmada biri yapıc diğeri yıkıcı olmak üzere iki faaliyet vardır. “Yaşamın düşünülmeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemiyeceğimiz bir biçimde cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, varsayımımıza göre amacı, yaşamı bir kez daha yokederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde varsayımımızdaki kendini yıkma dürtüsünü de bulursak, o zaman bu dürtüyü her türlü canlı sürecin içinde bulunan ölüm içgüdüsünün belirtisi olarak kabul edebiliriz.”.

Buna göre, cansız maddeden gelen hayat, yine cansız organik olmayan maddeye dönme eğilimi gösterir; ki buna Freud, ölüm içgüdüleri adını vermiştir.

Freud’a göre, yaşama ve ölüm içgüdüleri devamlı olarak birbirleriyle savaşırlar. “İnsan ölüm ve yaşam içgüdülerinin birbirlerine karşı savaştıkları bir alandan öte bir şey değildir.”. Bu iki farklı içgüdü her insanda bulunur.

Ölüm içdüdüsünün en önemli türevi saldırganlık içgüdüsüdür. Freud’a göre bu, insanın kendine yönelik olan yıkıcı eğilimlerinden kaynaklanır. Çoğu insanda bu içgüdü yaşam içgüdüsü tarafından engellenir. Bu iki içgüdü birbiri tarafından engellendiği gibi, birbirlerinin yerine de geçebilirler. Sevgi nefretin, nefret sevginin yerini alabilir. Kişi sevdiği şeyden nefret edebilir. Onu özdeşleştirdiği için kendini yokederek onu da yokedeceğine inanır.

Freud daha çok içgüdülerle ilgilendiği için, daha sonra birçok takipçisi tarafından eleştirilmiştir. Gerçekten de, biyolojik ögelere gerekenden çok önem veren Freud, sosyal faktörleri hiç dikkate almamaktadır. Oysa, insanı diğer canlılardan farklı kılan en büyük özelliği, onun psikososyal bir varlık olmasıdır.

Erich Fromm, Freud’daki yaşam ve ölüm içgüdülerine benzer bir şekilde, “yaşam sevgisi” ve “ölüm sevgisi”nden sözeder. Bunlardan hangisinin ağır basarak insan davranışını belirlediğini araştırır. Ona göre, yaşam ve ölüm severlik, Freud’un dediği gibi doğuştan kazanılmış ve yokedilemez değildir. İnsanların büyük bir çoğunluğu ölüm sever değildir, ama özellikle bunalım dönemlerinde umutsuz ölüm severlerden etkilenirler.

Katlanılmayan bir duygudan kurtulma zorunluluğu o derece kuvvetlidir ki, kişi uydurma bir çözüm yolunun dışında bir çözüm yolu bulmayı başaramamaktadır. “Eğer başka kişiler herhangi bir sebeple bir kişinin tahripkârlık objesi olamıyorlarsa, o kişinin kendi benliği derhal tahripkârlık objesi haline gelivermektedir. Bu belli dereceye ulaştığında intihara bile girişim edilmektedir.”

Marx’ın yabancılaşma kuramından etkilenen Fromm’a göre, insan kendini etkin bir şekilde diğer kişilere ve doğaya bağlayamazsa kendini yitirir, güdüleri de insan niteliğinden çıkar; sakatlanmış bir yaratık olur.